Seni şehir merkezindeki bir meydanda bekliyordum.
Artık gelmeliydin. Her geçen saniyeden sonraki an, geçmek bilmiyordu.
Köşede bir taksi durdu.
Evet, o sendin — ve senden başkası da olamazdı zaten.
Bir an, her şey gri tonlardaydı; sen ise oradaki tek renkli varlıktın.
Gülümseyişin içimi ısıttı.
Ya da belki, üşüdüklerini hiç fark etmemiştim.
Sana sarıldığımda, gözkapaklarımın dahi ısındığını fark ettim.
Gözlerime iyi gelen bir merhemdin adeta.
Bir film sahnesi gibiydi: İkimiz sarılı vaziyetteyken etrafımızda 360 derece dönen bir kamera, sanki zamanı durduruyor ve yalnızca ikimizin nefes alış verişini kayda alıyordu.
Bu hâlde kalabilirdim uzun süre, inan bana.
Koluma girdin ve yürümeye başladık.
İlkbahar yağmuru gibisin; o kadar taze, o kadar doğal, olması gerektiği gibi.
Bir bulut kümesi kadar beyaz, güneş gibi ışıltılı, gökyüzü gibi aydınlık, doğa gibi canlı.
Yabancısı olduğum şehirde, arabayla ilerlerken bir an sana baktım; burada oluşumun tek sebebine.
"Her şeye değer" dedim içimden.
Sokakta yürürken bana hitap edişinin ve seslenişinin bendeki etkisini sana nasıl tarif edebilirim ki?
Bu ancak hissedilebilir.
Sesin, her seferinde içimden bir şeyler alıp götürüyor.
Hani büyüdükçe yitirilen o doğal ve basit olan her şey, seninle geri geliyor.
Bir an başını çevirip göz göze geldiğimizde, küçük gamzendeki o tebessüm hayranlık uyandırıcıydı.
Elimi tuttun.
İyi ki de tuttun.
