18 Eylül 2013

İlkbaharsın


Bir haziran günü, akşamüstü… Yüzlerimizi denize çevirmişiz, gün batımını izliyoruz. Ara sıra sana bakıyorum; hafifçe öne eğilmiş gibi görünüyor, belki düşüncelere dalıyorsun. Nazik bir hareketle başını yukarı kaldırıp göz göze geliyoruz.

Bazen sadece bakışlarla bile birçok şeyi anlatabiliriz. Bir süre gülümseyerek, hareketsiz birbirimize bakıyoruz. Kollarımı açıp başımı yana eğiyorum, sen de yavaşça gelip sarılıyorsun. Nefes alışverişin, gözlerindeki ifade, o anın tüm büyüsünü hissettiriyor. Sabahattin Ali’nin dizeleri canlanıyor aklımda: 

imdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum. bu eksik sana değil, bana ait... bende inanmak noksanmış... beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... bunu şimdi anlıyorum. demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar... ama şimdi inanıyorum... sen beni inandırdın... seni seviyorum... deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum..."

Gözlerimizi kapattığımızda etrafımız mutluluk ve sevgi çemberleriyle sarılı. Anlık bir yolculuk yapıyoruz; Empire State binasından Paris’in Eiffel Kulesi’ne, Venedik’in gondollarına, Londra’nın London Eye’ına ve Seul’ün ışıl ışıl sokaklarına… Her şehirde birbirimize daha yakın, her bakışta daha derin bağlarla bağlıyız. 

Yakınlara yeniden döndüğümüzde ise Galata Kulesi’nde tüm boğazı izliyoruz. Fotoğraflar çekiliyor, ama biz biliyoruz ki bu anları yaşamak hatıralardan çok daha değerli. Seninle her mevsim ilkbaharı yaşıyor gibiyim; taze çiçek kokularıyla, güneşin sıcaklığıyla…

Melisa çiçeği kokusunun verdiği huzuru yaşatıyorsun. Yüzüne ve gözlerine bakarak saatlerce durabilirim. Boynumdaki kirpik hareketlerinden gözlerini açtığını fark ediyorum, ben de açıyorum gözlerimi. Kollarımız hâlâ sımsıkı; o kadar sıkı sarılmışız ki gevşeme ihtimali aklımıza bile gelmiyor, sonsuza kadar kalmasını istiyoruz…

17 Eylül 2013

Bir çift yürek


Hafta sonu koşturmaca ile geçmişti. Balkonda oturup kahvelerimizi içerken, sanki fırtına sonrası durgunluğu yaşıyorduk. Hafta içi ne yapacağımı sorduğunda, aslında neyi irdelemeye çalıştığını biliyordum.

- Bir planın var mı bu hafta için?
- Pek sayılmaz. Senin?

- Kızlarla alışverişe gideceğiz bir ara. Bir de sana bahsettiğim seyahat fırsatı vardı ya, hani seçimi bana bırakmıştın, önümüzdeki hafta sonu gidiyoruz.(gülümseyerek)
- Şimdi anladım, alışverişi hafta içi yapmanı. Sen iki seyahatten bahsetmiştin: yurt içi mi yoksa yurtdışı mı?

- Yurt dışı olan. Seyahat acentesi faturayı sana göndermedi mi?(muzip bir gülümseme)
- Anlaştık. Posta kutuma iki gündür bakma fırsatım olmadı. Yarın hallederim. Bir ara çantamı hazırlasam iyi olacak.

- Cuma günü için izin aldın mı? Ben aldım.(sevimli bir gülümseme)
- Evet, almıştım.(hayran bir bakış)

- Bu hafta için düşündüğün herhangi bir şey yok mu başka?
- Sanırım hayır. Ama bir teklifin varsa buna açığım.

Tanışma yıldönümümüz bu perşembe ama sana belli etmeden kaç gündür planlar yapıyorum. Sanki seziyorsun sen de ama renk vermek istemiyorum. Çünkü seni heyecanlandırmak hoşuma gidiyor. Bu tür şeyleri es geçmediğimi de biliyorsun ama nasıl desem, seni beklemediğin bir anda havalara uçuracak kadar sevindirmek istiyorum.

- Öylesine sordum. Yüzünde sinsi bir bakış var.
- Yok canım, sana öyle gelmiştir.(gülümseme)
- Öyle olsun bakalım. (gülümseme)

Perşembe günü gelmişti. İşten erken çıktım. Eve geldim. Gerekli malzemeleri arabadan eve taşıdım. Anahtarımı girişteki tabağa bıraktım. Hazırlıkları yapmaya başladım. Gelmene yaklaşık 2 saat vardı daha; yeterince zaman vardı.

Anahtar sesi geldi önce. Ardından kapıyı açtın. Birden evin karanlık olduğunu fark ettin. Çünkü güneşlikleri çekmiştim. Tabağa anahtarını koyarken benim anahtarlarımı gördün. "Hayatım?" diye seslendin ama cevap vermedim. Koridora geçtin. Epey karanlıktı. Ama mum ışığını fark ettin: koridorun her iki yanında belirli aralıklarla yakılmış mumlar ve koridorun en başından salon kapısına kadar mumların ortasına serpilmiş kırmızı gül yapraklarını gördün. Yavaş yavaş yürümeye başladın. Salon kapısı sınırlarının biraz içinde ellerim arkamda seni bekliyordum. Beni görünce rahatladın. Gülümsedin. "Aşk olsun, unuttun sanmıştım." dedin. Gülümsüyorduk ikimiz de. "Sana dair her detay aklıma çakılıyken mümkün olamazdı." dedim. Arkamda sakladığım kocaman çiçek buketini sana uzattım.

Kenara çekilerek salonu görmeni istedim. İki elini dudaklarına götürdün; şaşırmıştın. Ardından loş ışıktaki gülümsemeni yakaladığımda o kadar muhteşem görünüyordun ki. Şuan güller senin yanında nasıl sönük kaldılar, bir bilsen. Dilimden düşen cümle: "Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim." oldu. "Oğuz Atay!" dedin.

Kumandadan bir tuşa basıyorum; ikimizin de çok sevdiği bir parça çalmaya başlıyor: Zaz – Eblouie par la nuit. Başını hafiften yana yaslıyorsun gülümseyerek.

Elinden tutuyorum. Salonun ortasına doğru yürümeye başlıyoruz. Mumları kalp şeklinde dizmiştim ve ortasına da kırmızı gül yapraklarını serpmiştim. Kalbin tam merkezine geçtik, bağdaş kurup karşılıklı oturduk. Gülleri ikimizin ortasına yerleştirdin. İkimizde de telaşlı bir heyecan var. Koltuğun üstündeki hediyene uzandım ve sana verdim. Daha önce beğendiğini anlamıştın ama merakla baktın. Sonra sen de yanımıza bıraktığın çantandan hediyemi çıkardın ve uzattın.

İkimizin de birbirimize en yakın olduğumuzu düşündüren davranışı yaptık: sağ elini tutup kalbimin üzerine yerleştiriyorum hızlanan kalp atışlarımı hissetmen için. Sen de sağ elimi tutup kendi kalbinin üzerine yerleştiriyorsun. Hiçbir kalp atışının bana bu kadar güzel gelebileceğini hissetmemiştim. Birbirimize bakıyoruz, göz kırpmadan. Diğer elimle telaşlı bir martı gibi olan diğer elini de tutuyorum. Gülümsüyorum. Gülümsüyorsun. Gülümsüyoruz. Bütün güzel şiirleri sana okumak istiyordum. Bendeki yansımanı anlatan cümleleri ardı ardına sıralıyordum hiç durmadan, hiç yorulmadan, gözümü senden hiç ayırmadan, kokunu içime çekerek, gözlerinde kaybolarak, varlığına sonsuz defa şükrederek, Yaradan'a minnettar olarak, gülümseyerek ve bu anı sonsuza kadar yaşamak için zamanın durmasını isteyerek…

15 Eylül 2013

Güneşe sürpriz yapmak


Zaman, her şeyin cevabını verir. Kimisi erken olurken, kimisi geç.
Bir yerde zamanı yakalarsan, cevabını erken alma olasılığın da artıyor. Bazı şeyleri de öyle güzelleştiriyor ki… Bazen gerçekten, bazense senin gözünde…

Öğleden sonra konuştuğumuzda seni akşamüstü iskelede, tanıştığımız yerde bekleyeceğimi söyledim. Önce duraksadın, belki de şaşırdın; sonra güneşin batışını izleyip yürüyeceğimizi anlatınca geçti o ifaden. 

Hiç enerjimin bitmeyeceğini düşündürdün bana. Sanki senden enerji alıyorum ya da senin bendeki etkin bu şekilde gerçekleşiyor. "İmkansız" kelimesi sanki lügatımdan çıktı. Daha pozitif biri oldum galiba. Güneş gözlüğünü sana uzatmadan önceki halin var ya, gözlerindeki ışıltı ve ifade seni çok tatlı gösteriyor.

İskelenin korkuluklarına yaslanmış denizi ve etrafı seyrediyordum. Ara sıra gelip gelmediğini kontrol ediyordum. Etrafta arkadaşlarımız da vardı; evet, ben çağırdım onları sana küçük bir jest yapmak için. Uzaktan sen göründün. Aramızda az bir mesafe kalınca koşar adımlarla birbirimize yaklaşıp sarıldık. Ardından seni havaya kaldırıp birkaç tur attıktan sonra yere indirdim ve öptüm.

- Hoşgeldin.
- Hoşbulduk.
- Ben de seni bekliyordum. Bu çiçekler senin.
- Aman Allahım! En sevdiklerimden hem de; kırmızı ve beyaz güller. Çok teşekkür ederim.
- Beğendiğine sevindim.
- Çok güzeller. Bir dakika, bilmediğim bir şeyler mi oluyor acaba? Şuradakiler bizimkiler değil mi?
- İçimden geldi. Bilmem ama bizimkiler olabilirler.

Yüzümdeki çapkın bakışları anlamaya çalışıyordun. Etraftakiler sanki tanıdık birileri gibi gelmeye başladı.



Gözlerimizin içine bakıyorduk; beni dinlemeni istediğimde derin bir nefes aldım.
- İyi ki varsın.
- Sen de.

Sağ elimi kalbinin üstüne koydum; hafifçe heyecanlıydı kalp atışların. Sen de sağ elini kalbime koyup gülümsedin. Eminim benim kalp atışlarım daha hızlıydı.
- Şu an güneş batmak üzere.
- Evet.
- Dünya için bence de evet.
- Anlamadım.
- Benim güneşim hiç batmıyor ki.
- …
- Yüreğini ısıtmıyorsa, seni aydınlatmıyorsa, kalbini hızlandırmıyorsa, sana her şeyi yapmak mümkünmüş gibi enerji vermiyorsa, seni yenilemiyorsa, seni gerçekten yaşatmıyorsa o sadece bir ışık huzmesidir. Gerçek bir güneş değil. Bu yüzden, sen, benim güneşimsin; hiç batmayan.
- Şu an ne diyeceğimi bilmiyorum.
- Bir şey söylemen şart değil ama şu ana kadar neredeydin? Keşke çok daha önce karşılaşsaydık.
- Bence de.

Biz konuşurken, arkadaşlarımız etrafımızı sardılar; merkezde ikimiz kalacak şekilde bir daire oluşturdular ve üstümüzden kırmızı gül yaprakları döktüler.

İkimiz de gülümsüyorduk.

Üstümüzden hâlâ gül yaprakları dökülürken sana Atilla İlhan'ın dizelerini okudum:

Ben sana mecburum bilemezsin 
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum 
Büyüdükçe büyüyor gözlerin 
Ben sana mecburum bilemezsin 
İçimi seninle ısıtıyorum. 

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor 
Bu şehir o eski İstanbul mudur 
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor 
Sokak lambaları birden yanıyor 
Kaldırımlarda yağmur kokusu 
Ben sana mecburum sen yoksun. 

Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur 
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur 
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan 
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu 
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından 
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman 
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu 

Fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor 
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor 
Durup köşe başında deliksiz dinlesem 
Sana kullanılmamış bir gök getirsem 
Haftalar ellerimde ufalanıyor 
Ne yapsam  ne tutsam nereye gitsem 
Ben sana mecburum sen yoksun. 

Belki haziran  da mavi benekli çocuksun 
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor 
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden 
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun 
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor 
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin 
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor 

Ne vakit bir yaşamak düşünsem 
Bu kurtlar sofrasında belki zor 
Ayıpsız   fakat ellerimizi kirletmeden 
Ne vakit bir yaşamak düşünsem 
Sus deyip adınla başlıyorum 
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin 
Hayır başka türlü olmayacak 
Ben sana mecburum bilemezsin.

13 Eylül 2013

Bir gün


Kumsaldayız. Sanki ikimiz dışındaki her şey buğulu birer görüntüden ibaret.
Konuştuğunda tüm sesini kulaklarıma doldurmak istiyorum. Bazen konuyu unutmuş gibi yapıp tekrar sorduğumda bunu anlıyor, gülümsüyor ve tekrar anlatıyorsun. Bazen de aniden susup başını omzuma yaslıyor, konuşmanı sürdürüyorsun. Gülümserken konuşman o kadar büyüleyici ki; bir bilsen…

Sahil kalabalığı azalıyor. Yemek için sahilden ayrılıyoruz, daha sonra yürüyüş yapmak için tekrar deniz kenarına geliyoruz.

Buz mavisi birer jean var ikimizin de üstünde. Paçalarımızı kıvırmış, converse ayakkabılarımızı ellerimize almışız. Seninkilerin bağcıklarına küçük, tatlı bir nazar boncuğu takmıştım. Senin üstünde pembe bir gömlek, bendeyse beyaz. Yürüyoruz; tek tük insanlar var etrafta, kimileri çift halinde. Dalgalar çıplak ayaklarımıza vuruyor, hafiften dizlerimizin altına kadar ıslatıyor. Rüzgar saçlarını geriye savuruyor. Elinden tutuyorum. Sohbet ediyoruz bir yandan, biran geliyor ve ikimiz de susuyoruz.

Duruyorsun, ben karşına geçiyorum ve her iki elini sımsıkı tutuyorum. Gözlerini kocaman açmış, şirin şirin bekliyorsun. Sımsıkı sarılıyorum sana, havaya kaldırıp birkaç tur dönüyoruz; sonra yere indiriyorum. Kumlara uzanıyoruz. Sağ kolumun üzerine hafifçe doğrulup başımı avuç içime yaslıyorum. Sana bakıyorum; gülümsüyor, bir şeyler söylememi bekler gibi kaşlarını kaldırmışsın.


Sanki her şey mümkünmüş gibi. Tüm güzel olan, olabilecek her türlü kavram gözlerimin önünden geçiyor; dünyamı aydınlatıyorsun. Işıltın gözlerimi kamaştırıyor ve bu da senden başka kimseyi göremez hâle getiriyor beni. Açıkçası bu durum çok hoşuma gidiyor.

Gülümsüyorsun. O tatlı gamzen beliriyor yanağında; bir refleks gibi uzanıp oradan öpüyorum seni. Hafiften yanakların kızarıyor, çok tatlı görünüyorsun. Her iki elini tutup seni ayağa kaldırıyorum ve yeniden yürümeye başlıyoruz. Başını omzuma yaslıyorsun; kolumu boynuna sarıyorum ben de. Dalgaların bizi ıslatması umurumuzda bile değil. Gülümsüyor ve yürümeye devam ediyoruz.

9 Eylül 2013

De ki işte


Oruç Aruoba’nın felsefeye giriş üçlemesini oldukça başarılı ve değerli olan ilk kitabını tanımlamak gerekirse: Yaşam tam anlamıyla budur derken; ölümün tersi olması gerekirken, olmadığını; virgüller, tireler, düşük cümleler, bağlamayan bağlaçlarla kafanızı ve o güne kadar düşündüklerinizi ters yüz ederek felsefeyi öğretir.

"de" dersiniz, "ki" der bi soluklanayım, bir parantez açayım, dersiniz olmaz ya "işte" der bitirirsiniz.


"Yaşadıklarımız öldürdüklerimizdir…"

"Yaşamında, yürüyüp yürüyüp, bir an durunca,
Çevrene bakıp göreceksin ki, yürüyüşüne şu ya da bu
Noktada katılmış, bir süre seninle birlikte yürümüş
Kişilerden hiçbiri yok yanında:-
Sen, bir an, "Buradayım" demek için durunca,
Onlar, artık, "orada" olacaklar - "buradayım artık" bile
Demeyecekler sana, "orada"larından seslenerek...
"Burada"nda kimse bulunmayacak
- "orada"ndan da kimse seslenmeyecek sana..."

"Yaşamın ancak boydan boya dolu olmuşsa;
Baştan sona anlamlı, önemli olabilmişse,
Bir şey olmuş demektir.
Öyleyse, yaşamının anlamını
Gerçi her bir yaşam anında sınayabilir, ölçebilirsin;
Ama en son hesabı,
Ancak en sonda çıkarabilirsin.
- yani, çıkaramazsın."

"Yaşamın ancak ölümünden sonra "belli" olacak.
- yani hiç belli olmayacak.

Yaşayacaksın hep - hiçe dek; sonra da,
hiç
olacaksın.
Yaşamın en küçük şeyleri bile bakım ister:
Ufak ayarlamalar, düzenlemeler, onarımlar...

Ya büyük şeyleri?
- yaşamın 'büyük ' şeyleri yoktur ki;
yaşamın her şeyi küçüktür, ufacıktır, ayrıntıdır."

7 Eylül 2013

Hepsi aynı


Bazen hiçbir şey farklı gelmez.

Ana duyguların hepsini yaşamış, aradaki hislerin ve çeşitlerin ilgini çekmediği zamanlar olur.

Peki hiç düşündün mü, insanların da ana formları ve ara formları olduğunu?

İnsanları kalıplara sığdırmak fikri hep saçma gelmiştir bana. Asıl olan, kalıpları insanlara —sınırları esnek olacak şekilde— sığdırmaktır.

Tüm bunlar tatmin olmuşluk mu, yoksa bir yön seçmeye hazır olduğunun kanıtı mı?

Neye ve kime göre mi?

Elbette sana tanıdık gelen ve yüzünü gülümseten yönde. Çünkü o yöndeyken sanki zamanla aynı hıza sahipsin ve birlikte ilerliyorsun.

Aklın ne başkalarında, ne de dünyanın herhangi bir yerinde.

Gülümse hadi; yüzündeki aydınlık ortaya çıksın.

3 Eylül 2013

Kafka notlarımdan


"Dünyada bana hiçbir şey, tabiattan melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir."

"Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağıtılmıştı; çünkü o benim için bütün insanların timsaliydi."

"Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız vardır."

"Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden meydana çıkıyordu. Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya- ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için her şeyi çiğneyerek birbirine koşuyordu."