24 Aralık 2013

Sözlerle çizilen portreler

Kendini geliştirmiş insanlar, diğerlerinden hep birkaç adım öndedir.
Bu kişileri fark etmek için özel bir yetenek gerekmez; küçük bir çocuk bile bunu anlayabilir.

Yaklaşımı ve farklı bakış açısıyla gidişatı veya sonucu değiştirebilen, empati kurabilen, insani değerlere sahip olan, saygı ve erdemi benimsemiş, insancıl bir kişilik…

Detaylardan koca bir dünya çıkarabilen biri ancak ileriyi görebilir ve gerçek anlamda yönetici vasıflarına sahip olabilir.

Kendi görevini veya mevkiini diğerlerinden üstün tutarak değer kazanmaya çalışmak, denize bir taş atıp dalga yaratmaya çalışmak gibidir. Oysa doğa her zaman gerçek cevabı verir ve yanılmaz.
Mevki ve görevle değer kazanmaya çalışmak, aslında kendi değersizliğini ve beceriksizliğini ortaya koymaktan başka bir şey değildir.

Kendini daha marifetli göstermek ya da sorumluluklarının zor olduğunu vurgulamak, kişiliksizlik ve sığlıktan başka anlam taşımaz.
Prestij, hazırda bulunup konulabilecek bir şey değildir; kitap, makale veya yayın okumak, insani vasıfları geliştirmek ve düşünmekle kazanılır. Bir gözlüğün arkasına sığınmakla değil.

Mevkisine yakışmayan vasıfsız kişiler, konuşma tarzlarından da belli olur.
Konuşmanın içerikten öne çıktığını fark etmezler; fark etseler bile bundan ders almazlar.
Hatalı mevkideki kişilerin yarattığı verim kaybı ve çalışma şevki kırılması, yalnızca onların hatası değildir; onları o görevlere getirenlerin de büyük payı vardır.

Büyük insan görünmez; öyle olduğunu hissettirir.
Futbol terimleriyle konuşmaz, ciddi bir konuşma sırasında aptalca fıkra anlatmaz, sadece tanıdıklarının bileceği gereksiz anılarla kendini önemli hissetmeye çalışmaz.
Palyaço gibi giyinmez, tripcan olmaz, hitabeti düzgündür. Mütevazidir, edepli ve insancıldır.
Yalakalık ya da torpille bir yere gelmeye çalışmaz. Görev veya mevki için emir altına girmez; adam gibi adam olur.

Tepeden inme görevlere getirilenlere hoş gözle bakmak beklenemez.
Gerçek ve doğru kişilik zamanla kendini ispat eder; aksi halde bir grup insan için sadece can sıkıntısı ve saçmalık kaynağı olur.
Kurumları zayıflatan hatalı yönetici seçimi ve politikalarıdır.
İnsan kaynaklarının, yönetici vasfı olmayan kişileri önemli bir mevkiye getirmesi, en büyük hatadır.
Bu kişiler triplere girer, kendilerini önemli hissetmeye çalışır; ne kendilerine ne de kuruma faydaları olur.

Büyük insanlardan öğrendiğim şey, mütevazi olmaktır.
Boşluklarında kaybolmak değil, insancıl olmayı, herkese eşit mesafede durmayı ve anlayış göstermeyi bilmektir.
Personel seçiminden sorumlu kişilerin, her şeyin kendi sayelerinde olduğunu düşünmeleri ne kadar gülünç ve itici ise, bu durum kurumdaki verim ve ilişkileri de aynı şekilde etkiler.

13 Aralık 2013

Gözlere merhem


Seni şehir merkezindeki bir meydanda bekliyordum.

Artık gelmeliydin. Her geçen saniyeden sonraki an, geçmek bilmiyordu.

Köşede bir taksi durdu.
Evet, o sendin — ve senden başkası da olamazdı zaten.

Bir an, her şey gri tonlardaydı; sen ise oradaki tek renkli varlıktın.
Gülümseyişin içimi ısıttı.

Gözlerim hiç üşümemişti…

Ya da belki, üşüdüklerini hiç fark etmemiştim.
Sana sarıldığımda, gözkapaklarımın dahi ısındığını fark ettim.
Gözlerime iyi gelen bir merhemdin adeta.

Bir film sahnesi gibiydi: İkimiz sarılı vaziyetteyken etrafımızda 360 derece dönen bir kamera, sanki zamanı durduruyor ve yalnızca ikimizin nefes alış verişini kayda alıyordu.
Bu hâlde kalabilirdim uzun süre, inan bana.

Koluma girdin ve yürümeye başladık.
İlkbahar yağmuru gibisin; o kadar taze, o kadar doğal, olması gerektiği gibi.
Bir bulut kümesi kadar beyaz, güneş gibi ışıltılı, gökyüzü gibi aydınlık, doğa gibi canlı.

Yabancısı olduğum şehirde, arabayla ilerlerken bir an sana baktım; burada oluşumun tek sebebine.
"Her şeye değer" dedim içimden.

Sokakta yürürken bana hitap edişinin ve seslenişinin bendeki etkisini sana nasıl tarif edebilirim ki?
Bu ancak hissedilebilir.

Sesin, her seferinde içimden bir şeyler alıp götürüyor.
Hani büyüdükçe yitirilen o doğal ve basit olan her şey, seninle geri geliyor.

Bir an başını çevirip göz göze geldiğimizde, küçük gamzendeki o tebessüm hayranlık uyandırıcıydı.
Elimi tuttun.
İyi ki de tuttun.

1 Aralık 2013

Şans öpücüğü


Plan yapıp ona sadık kalmak, işlerin tahmin edildiği gibi ilerlediğini görmek… güzel bir his. Ama bazen plana sadık kalamayıp doğaçlama yapmak ya da akışına bırakmak, "iyi ki"lerimize bir yenisini ekler; daha iyi şeylere kapı açar.

Yoğun geçen bir günün ardından eve gelip hazırlanıp dışarı çıktık. Caddeyi takip edip sahil yolunda yürümeye devam ettik.

"Biraz duralım" dedin; deniz havası almak istemiştin.
Sonra biraz yürüdük. Bir an durdun ve "Boşver" dedin.
"Peki" dedim gülümseyerek, çünkü sen istemiştin planladığımız yere gitmeyi. Gerekli ayarlamaları da ben yapmıştım.

Kısa bir iki kahkahadan sonra arabaya atlayıp şehir merkezine devam ettik. Diğer yakaya geçtik.

Şehrin en görkemli yerlerinden birindeydik. Hava güzeldi ve sen dışarıda vakit geçirmeyi istemiştin.

İkişer burrito ve taco aldık, bir de buzlu çay. Çimlere oturduk. Üniversite yıllarındaki gibiydik.

Konuşmaya başladın ve her kelimenle birlikte, sanki senden bir tasa, olumsuz bir yargı ya da seni o an durgunlaştıran her şey silinip gidiyordu.
Sesin, hayranlık uyandırıcı bir bestenin melodisi gibiydi adeta.

İfade etmek istediklerin bittikten sonra öylesine iyi hissettin ki… ve bir o kadar kendinden emin.
Sanki ağır bir yükten kurtulmuş gibiydik, ikimiz de.

Etraftaki insanlar da sanki bir festival havasındaymış gibi doğaldı.
Seni tanıyorum; kendin olduğundaki, keyfin yerinde olduğundaki, mutlu ve huzurlu olduğundaki, doğru yerde ve doğru insanla yan yana olduğundaki SENİ biliyorum.
Tam da kendin gibisin şu an. İyi ki de öylesin.
Gözlerinde ışığı keşke sen de fark edebilsen, görebilsen.

Kalkıp yürümeye başladık. Bir an sessizlik oldu. Sonra durup yanağımdan aniden öptün.
Gülümsedim. Gülümsedin:

- Bu ne içindi, biliyor musun?
- Teşekkür etmek için mi?
- Hayır tabii ki de. Zaten geleceksin, ben nereye gidersem…
- Peki ne için?
- Yarın için.

Endişe ve soru işaretlerinden yoksun bir gülümsemen var ya, işte dünyalara bedel.
Ardından gelen o sıcacık sarılışını tarif edemem…

Benim için bir şanssın sen.

16 Kasım 2013

En güzel dilek


Güzel bir sonbahar gününün öğleden sonrasıydı. Aile ziyaretindeydik, çocukluk anılarından konuşuyorduk. Üstelik o gün… doğum günümdü!

Verandada oturmuş, doğanın tadını çıkarıyorduk. Sende muzip ama çaktırmayan bir hâl vardı. Kaçamak bakışlarını yakalamaya çalışıyordum.

Birden kapı açıldı; ortak arkadaşlarımız ve yakınlarımızdan oluşan bir grup insan içeri girdi.

Aslında bir ara mutfağa gidip geç gelmenden bir şeyler sezmiştim ama fark etmemiş gibi yapmıştım. Meğer misafirlerimiz için arka kapıyı açmışsın.

Ve sonra… o kocaman pasta!
"Yahu, ne gerek vardı şimdi!" desem de üfledim. Tamam, tamam, dileğimi de tuttum… ama söylemem! Ehe.
Ne mi tuttum? Elini tutarak, "En güzel dileği tuttum işte." dedim. Ardından ekledim:

"Seni ve birkaç parça eşyayı alıp gitmek istiyorum uzaklara. Başka ne isterim ki?"
"Bak yaa!" dedin.

Cebimden yavaşça iki bilet çıkardım: Yurt dışı uçak biletleri.
Önce hafifçe şaşırdın, sonra da sevindin. Her zamanki gibi zıplayarak sarıldın. "Vaov!" sesleri yükseldi. Gözlerin kapalıydı. Alkışlandık.

Her şey çok güzeldi.
"Başka hiçbir şey istemiyorum." diye kulağına fısıldadım. Daha sıkı sarıldın.
Senden daha güzel bir dileğim olamazdı…

9 Kasım 2013

Sosyal medya


Hafıza kartları, diskler, telefonlar, tabletler…
Hayatımızı bir yerlerde depolama ihtiyacı artık bir alışkanlığa dönüştü: Yedeklemek. "O an"ları saklamak. Her şeyin bir kopyasını oluşturmak.

Ortaokulda matematik öğretmenim, defterin ilk sayfasına şu cümleyi yazdırmıştı:
"Hafıza nankördür, not almak esastır.Hemen arka sayfasına da bu sözden ne anladığımızı yazmamızı istemişti.

O gün anladığım kadarını, bugün daha iyi kavrıyorum: Unutmak aslında kötü bir şey değil. Unutmak, güzel ve olması gereken bir şey. Bazen hayatın koleksiyon yapmamıza izin vermemesini hoşgörüyle karşılamalıyız.

Unutmak güzel ve olması gereken bir şey. Bu yüzden de bazen hayatın koleksiyonculuk yapmamıza izin vermemesini hoşgörü ile karşılamalıyız. 

Bir arıza olsa, tüm kayıtlar silinse… Yaşadıklarımız yaşanmamış mı sayılacak?
Elbette hayır.

Görsel ortamın yazıya göre daha çok ilgi görmesi tesadüf değil. Bilinçli okur, okumayı alışkanlık haline getirmiştir; fakat ne yazık ki bu insan sayısı çok az. Artık özlü sözler bile resimlerle aktarılıyor. Çok okumak ile bilinçli okur olmak arasındaki farkı hâlâ anlamayan bir toplumda yaşamak başlı başına bir mücadele.

Sosyal medyada yapılan paylaşımların bir amacı olmalı: Gizliliği ihlal etmeden, düşünce, duygu ve estetik taşımalı. Oysa çoğu zaman popüler olma arzusu ya da kendini kanıtlama isteği, doğallığın önüne geçiyor.

Çöp veri diye adlandırılabilecek o kadar çok şey var ki… Sanal beğeniler çoğu zaman hiçbir anlam ifade etmiyor. Hoşumuza gitmeyen her şeyi bir tıkla silebiliyoruz; ama gerçek hayatta böyle bir “sil” tuşu yok.

Kişi, sahip olduğu eşyalarla değil; kişiliği ve huyuyla değer kazanır. Sosyal medyada vitrine konan kusursuz pozlar, aslında değeri artırmaktan çok azaltıyor. "Ben buradayım" mesajı vermek için kaliteyi feda eden paylaşımlar, en çok da paylaşanı küçültüyor.

Gerçek dünyadaki sıcak bir gülümseme ile ekran başındaki sanal bir onay arasında uçurumlar var. Trend diye yapılanlar çoğu zaman "yeni normal" adı altında dayatılıyor. Oysa gerçek değer, hiçbir filtreye, hiçbir 'like'a ihtiyaç duymayan anlarda saklı.

Gerçek dünyadaki sahip olduklarınızın yanında sanal dünyadakiler hiçbir anlam taşımaz. Sahip olunan materyal ya da obje, bireye ne gerçek ne de sanal ortamda değer katar.

Sanal ortam verileriyle var olmaya çalışmak yerine, sıcacık bir gülümsemeyi tam karşınızda birkaç saniyeliğine izlemek… Arada fersah fersah fark vardır.

Başkalarının beğenisini kazanmış bir durumu trend diye uygulamak… Ve ardından gelen tepkilerle kötü hissettirilmek… Ne yazık ki bu, artık "yeni normal" olarak kabullenilmiş durumda.

24 Ekim 2013

Avaz avaz susmak

Bilge olmak için yılların geçmesi gerekmez; aynı şekilde yıllar geçtikçe otomatik olarak bilge olunmaz. Bilgelik, doğru bilgi birikimi, saygı, hoşgörü ve empati gibi kişilik özellikleri ile birleştiğinde oluşur ve doğru deneyimle beslenir. Yıllar, yalnızca insanda bazı davranışlar ve yaklaşımlar bırakabilir: kişilikten ödün vermemek, inançlarından vazgeçmemek, hayallerini gerçekleştirmek için yeterli olduğunu hissetmek, başkalarından önce kendi hayatını yaşamak gibi.

Bilge ve erdem sahibi bir insan, çoğu zaman sesinin tonundan anlaşılır. İletişim becerisi, onları diğerlerinden ayırır. Enerjik ve renkli kişilikleri, çevresini etkiler; auraları hissedilir. Hayatın monotonluğuna alışanlar için bir ışık yanar ama akıntıya kendini bırakanlar göz ardı eder. Işığa daha yakından bakmak isteyenler ise yaklaşır. Gündelik alışkanlıklardan vazgeçememek, tembellik midir yoksa cesaretsizlikten mi kaynaklanır? Umutsuzluğa kapılıp hükmen mağlup hissetmek midir?

Yaşça büyük olmasa da duruşu ve özgüveniyle kendinden emin görünen insanlar vardır. Öyleymiş gibi davranmaya çalışanlar ise prestijlerini çoktan kaybettiklerini fark etmez. Davranışların yapaylığı hemen anlaşılır; görmezden gelmek gerçeği yok saymaktır. Gerçek saygı, saygılı insana gösterilir ve iletişim becerisiyle kurulabilir. İçten gelen sevgi de öyledir. Bu yüzden bir bilgeyle herhangi bir bankta oturup sohbet edebilirken, bilgelikten yoksun olanlar diyaloğu göz ardı eder, ayrıntılarla meşgul olur.

Bir insanı değerli kılan, sahip olduğu maddi varlıklar değil, kişiliğidir.

Henüz bireyin değerini ölçebilen bir cetvelimiz yok. Peki, bu değer başının üstünde yazsaydı ne olurdu? İşin içinden çıkılmazdı. Yine de görünmeyen değerlere rağmen neden hâlâ insanlara önyargıyla yaklaşılıyor?

11 Ekim 2013

Güzel kalp


İçinde bulunduğumuz çağ, sıkça bir "sevgisizlik çağı" olarak nitelendiriliyor. Düşünürler bu konuda hemfikir; Marcuse, aşkı çekicilik, moda ve başkaları tarafından beğenilme üzerinden tanımlar. Günümüz modasına göre, bir insanın âşık olunacak biri olması için belirli çekici özelliklere sahip olması gerekir. Teknolojinin ilerlemesi ise insanları edilgenleştiriyor, aynileştiriyor ve sevgi kavramının özünü boşaltıyor.

Bazen öyle anlar gelir ki, dikkatinizi çeken bir varlık tüm duyularınızı sarar. Olağan bir şey değildir; öylesine saf ve doğal bir enerjisi vardır ki varlığı inancınızı pekiştirir. Sanki bu dünyadan değildir; güzelliği ve sevgisiyle karşınızdadır. Gözleri pırıl pırıl, sesi yüreğinden gelir ve tüm olumsuzlukları siler. 

Bir temmuz öğleden sonrası gibi; yaz yağmuru kadar taze, ruhunuzu özünüze döndüren, sizi mutlu hissettiren bir varlıktır. Bu kadar iyi kalpli olduğu için kalbiniz hızlı çarpar, her hareketiyle sizi etkiler. 

İçimizde, onda sevgi arayan bir yön oluşur. Bir tesadüf, bir gülümseme, bir bakış… ancak bu kadar sıcak ve içten olabilir. Güneş hiç bu kadar sıcak, hiç bu kadar aydınlık olmamıştı onu görene kadar.

Elinden tutup yürümek, yaşamı paylaşmak, her gülümsemesindeki ışığı yakalayıp zihnimize kazımak… İyi ki var olmuştur o.

18 Eylül 2013

İlkbaharsın


Bir haziran günü, akşamüstü… Yüzlerimizi denize çevirmişiz, gün batımını izliyoruz. Ara sıra sana bakıyorum; hafifçe öne eğilmiş gibi görünüyor, belki düşüncelere dalıyorsun. Nazik bir hareketle başını yukarı kaldırıp göz göze geliyoruz.

Bazen sadece bakışlarla bile birçok şeyi anlatabiliriz. Bir süre gülümseyerek, hareketsiz birbirimize bakıyoruz. Kollarımı açıp başımı yana eğiyorum, sen de yavaşça gelip sarılıyorsun. Nefes alışverişin, gözlerindeki ifade, o anın tüm büyüsünü hissettiriyor. Sabahattin Ali’nin dizeleri canlanıyor aklımda: 

imdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum. bu eksik sana değil, bana ait... bende inanmak noksanmış... beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... bunu şimdi anlıyorum. demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar... ama şimdi inanıyorum... sen beni inandırdın... seni seviyorum... deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum..."

Gözlerimizi kapattığımızda etrafımız mutluluk ve sevgi çemberleriyle sarılı. Anlık bir yolculuk yapıyoruz; Empire State binasından Paris’in Eiffel Kulesi’ne, Venedik’in gondollarına, Londra’nın London Eye’ına ve Seul’ün ışıl ışıl sokaklarına… Her şehirde birbirimize daha yakın, her bakışta daha derin bağlarla bağlıyız. 

Yakınlara yeniden döndüğümüzde ise Galata Kulesi’nde tüm boğazı izliyoruz. Fotoğraflar çekiliyor, ama biz biliyoruz ki bu anları yaşamak hatıralardan çok daha değerli. Seninle her mevsim ilkbaharı yaşıyor gibiyim; taze çiçek kokularıyla, güneşin sıcaklığıyla…

Melisa çiçeği kokusunun verdiği huzuru yaşatıyorsun. Yüzüne ve gözlerine bakarak saatlerce durabilirim. Boynumdaki kirpik hareketlerinden gözlerini açtığını fark ediyorum, ben de açıyorum gözlerimi. Kollarımız hâlâ sımsıkı; o kadar sıkı sarılmışız ki gevşeme ihtimali aklımıza bile gelmiyor, sonsuza kadar kalmasını istiyoruz…

17 Eylül 2013

Bir çift yürek


Hafta sonu koşturmaca ile geçmişti. Balkonda oturup kahvelerimizi içerken, sanki fırtına sonrası durgunluğu yaşıyorduk. Hafta içi ne yapacağımı sorduğunda, aslında neyi irdelemeye çalıştığını biliyordum.

- Bir planın var mı bu hafta için?
- Pek sayılmaz. Senin?

- Kızlarla alışverişe gideceğiz bir ara. Bir de sana bahsettiğim seyahat fırsatı vardı ya, hani seçimi bana bırakmıştın, önümüzdeki hafta sonu gidiyoruz.(gülümseyerek)
- Şimdi anladım, alışverişi hafta içi yapmanı. Sen iki seyahatten bahsetmiştin: yurt içi mi yoksa yurtdışı mı?

- Yurt dışı olan. Seyahat acentesi faturayı sana göndermedi mi?(muzip bir gülümseme)
- Anlaştık. Posta kutuma iki gündür bakma fırsatım olmadı. Yarın hallederim. Bir ara çantamı hazırlasam iyi olacak.

- Cuma günü için izin aldın mı? Ben aldım.(sevimli bir gülümseme)
- Evet, almıştım.(hayran bir bakış)

- Bu hafta için düşündüğün herhangi bir şey yok mu başka?
- Sanırım hayır. Ama bir teklifin varsa buna açığım.

Tanışma yıldönümümüz bu perşembe ama sana belli etmeden kaç gündür planlar yapıyorum. Sanki seziyorsun sen de ama renk vermek istemiyorum. Çünkü seni heyecanlandırmak hoşuma gidiyor. Bu tür şeyleri es geçmediğimi de biliyorsun ama nasıl desem, seni beklemediğin bir anda havalara uçuracak kadar sevindirmek istiyorum.

- Öylesine sordum. Yüzünde sinsi bir bakış var.
- Yok canım, sana öyle gelmiştir.(gülümseme)
- Öyle olsun bakalım. (gülümseme)

Perşembe günü gelmişti. İşten erken çıktım. Eve geldim. Gerekli malzemeleri arabadan eve taşıdım. Anahtarımı girişteki tabağa bıraktım. Hazırlıkları yapmaya başladım. Gelmene yaklaşık 2 saat vardı daha; yeterince zaman vardı.

Anahtar sesi geldi önce. Ardından kapıyı açtın. Birden evin karanlık olduğunu fark ettin. Çünkü güneşlikleri çekmiştim. Tabağa anahtarını koyarken benim anahtarlarımı gördün. "Hayatım?" diye seslendin ama cevap vermedim. Koridora geçtin. Epey karanlıktı. Ama mum ışığını fark ettin: koridorun her iki yanında belirli aralıklarla yakılmış mumlar ve koridorun en başından salon kapısına kadar mumların ortasına serpilmiş kırmızı gül yapraklarını gördün. Yavaş yavaş yürümeye başladın. Salon kapısı sınırlarının biraz içinde ellerim arkamda seni bekliyordum. Beni görünce rahatladın. Gülümsedin. "Aşk olsun, unuttun sanmıştım." dedin. Gülümsüyorduk ikimiz de. "Sana dair her detay aklıma çakılıyken mümkün olamazdı." dedim. Arkamda sakladığım kocaman çiçek buketini sana uzattım.

Kenara çekilerek salonu görmeni istedim. İki elini dudaklarına götürdün; şaşırmıştın. Ardından loş ışıktaki gülümsemeni yakaladığımda o kadar muhteşem görünüyordun ki. Şuan güller senin yanında nasıl sönük kaldılar, bir bilsen. Dilimden düşen cümle: "Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim." oldu. "Oğuz Atay!" dedin.

Kumandadan bir tuşa basıyorum; ikimizin de çok sevdiği bir parça çalmaya başlıyor: Zaz – Eblouie par la nuit. Başını hafiften yana yaslıyorsun gülümseyerek.

Elinden tutuyorum. Salonun ortasına doğru yürümeye başlıyoruz. Mumları kalp şeklinde dizmiştim ve ortasına da kırmızı gül yapraklarını serpmiştim. Kalbin tam merkezine geçtik, bağdaş kurup karşılıklı oturduk. Gülleri ikimizin ortasına yerleştirdin. İkimizde de telaşlı bir heyecan var. Koltuğun üstündeki hediyene uzandım ve sana verdim. Daha önce beğendiğini anlamıştın ama merakla baktın. Sonra sen de yanımıza bıraktığın çantandan hediyemi çıkardın ve uzattın.

İkimizin de birbirimize en yakın olduğumuzu düşündüren davranışı yaptık: sağ elini tutup kalbimin üzerine yerleştiriyorum hızlanan kalp atışlarımı hissetmen için. Sen de sağ elimi tutup kendi kalbinin üzerine yerleştiriyorsun. Hiçbir kalp atışının bana bu kadar güzel gelebileceğini hissetmemiştim. Birbirimize bakıyoruz, göz kırpmadan. Diğer elimle telaşlı bir martı gibi olan diğer elini de tutuyorum. Gülümsüyorum. Gülümsüyorsun. Gülümsüyoruz. Bütün güzel şiirleri sana okumak istiyordum. Bendeki yansımanı anlatan cümleleri ardı ardına sıralıyordum hiç durmadan, hiç yorulmadan, gözümü senden hiç ayırmadan, kokunu içime çekerek, gözlerinde kaybolarak, varlığına sonsuz defa şükrederek, Yaradan'a minnettar olarak, gülümseyerek ve bu anı sonsuza kadar yaşamak için zamanın durmasını isteyerek…

15 Eylül 2013

Güneşe sürpriz yapmak


Zaman, her şeyin cevabını verir. Kimisi erken olurken, kimisi geç.
Bir yerde zamanı yakalarsan, cevabını erken alma olasılığın da artıyor. Bazı şeyleri de öyle güzelleştiriyor ki… Bazen gerçekten, bazense senin gözünde…

Öğleden sonra konuştuğumuzda seni akşamüstü iskelede, tanıştığımız yerde bekleyeceğimi söyledim. Önce duraksadın, belki de şaşırdın; sonra güneşin batışını izleyip yürüyeceğimizi anlatınca geçti o ifaden. 

Hiç enerjimin bitmeyeceğini düşündürdün bana. Sanki senden enerji alıyorum ya da senin bendeki etkin bu şekilde gerçekleşiyor. "İmkansız" kelimesi sanki lügatımdan çıktı. Daha pozitif biri oldum galiba. Güneş gözlüğünü sana uzatmadan önceki halin var ya, gözlerindeki ışıltı ve ifade seni çok tatlı gösteriyor.

İskelenin korkuluklarına yaslanmış denizi ve etrafı seyrediyordum. Ara sıra gelip gelmediğini kontrol ediyordum. Etrafta arkadaşlarımız da vardı; evet, ben çağırdım onları sana küçük bir jest yapmak için. Uzaktan sen göründün. Aramızda az bir mesafe kalınca koşar adımlarla birbirimize yaklaşıp sarıldık. Ardından seni havaya kaldırıp birkaç tur attıktan sonra yere indirdim ve öptüm.

- Hoşgeldin.
- Hoşbulduk.
- Ben de seni bekliyordum. Bu çiçekler senin.
- Aman Allahım! En sevdiklerimden hem de; kırmızı ve beyaz güller. Çok teşekkür ederim.
- Beğendiğine sevindim.
- Çok güzeller. Bir dakika, bilmediğim bir şeyler mi oluyor acaba? Şuradakiler bizimkiler değil mi?
- İçimden geldi. Bilmem ama bizimkiler olabilirler.

Yüzümdeki çapkın bakışları anlamaya çalışıyordun. Etraftakiler sanki tanıdık birileri gibi gelmeye başladı.



Gözlerimizin içine bakıyorduk; beni dinlemeni istediğimde derin bir nefes aldım.
- İyi ki varsın.
- Sen de.

Sağ elimi kalbinin üstüne koydum; hafifçe heyecanlıydı kalp atışların. Sen de sağ elini kalbime koyup gülümsedin. Eminim benim kalp atışlarım daha hızlıydı.
- Şu an güneş batmak üzere.
- Evet.
- Dünya için bence de evet.
- Anlamadım.
- Benim güneşim hiç batmıyor ki.
- …
- Yüreğini ısıtmıyorsa, seni aydınlatmıyorsa, kalbini hızlandırmıyorsa, sana her şeyi yapmak mümkünmüş gibi enerji vermiyorsa, seni yenilemiyorsa, seni gerçekten yaşatmıyorsa o sadece bir ışık huzmesidir. Gerçek bir güneş değil. Bu yüzden, sen, benim güneşimsin; hiç batmayan.
- Şu an ne diyeceğimi bilmiyorum.
- Bir şey söylemen şart değil ama şu ana kadar neredeydin? Keşke çok daha önce karşılaşsaydık.
- Bence de.

Biz konuşurken, arkadaşlarımız etrafımızı sardılar; merkezde ikimiz kalacak şekilde bir daire oluşturdular ve üstümüzden kırmızı gül yaprakları döktüler.

İkimiz de gülümsüyorduk.

Üstümüzden hâlâ gül yaprakları dökülürken sana Atilla İlhan'ın dizelerini okudum:

Ben sana mecburum bilemezsin 
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum 
Büyüdükçe büyüyor gözlerin 
Ben sana mecburum bilemezsin 
İçimi seninle ısıtıyorum. 

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor 
Bu şehir o eski İstanbul mudur 
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor 
Sokak lambaları birden yanıyor 
Kaldırımlarda yağmur kokusu 
Ben sana mecburum sen yoksun. 

Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur 
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur 
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan 
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu 
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından 
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman 
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu 

Fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor 
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor 
Durup köşe başında deliksiz dinlesem 
Sana kullanılmamış bir gök getirsem 
Haftalar ellerimde ufalanıyor 
Ne yapsam  ne tutsam nereye gitsem 
Ben sana mecburum sen yoksun. 

Belki haziran  da mavi benekli çocuksun 
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor 
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden 
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun 
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor 
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin 
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor 

Ne vakit bir yaşamak düşünsem 
Bu kurtlar sofrasında belki zor 
Ayıpsız   fakat ellerimizi kirletmeden 
Ne vakit bir yaşamak düşünsem 
Sus deyip adınla başlıyorum 
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin 
Hayır başka türlü olmayacak 
Ben sana mecburum bilemezsin.

13 Eylül 2013

Bir gün


Kumsaldayız. Sanki ikimiz dışındaki her şey buğulu birer görüntüden ibaret.
Konuştuğunda tüm sesini kulaklarıma doldurmak istiyorum. Bazen konuyu unutmuş gibi yapıp tekrar sorduğumda bunu anlıyor, gülümsüyor ve tekrar anlatıyorsun. Bazen de aniden susup başını omzuma yaslıyor, konuşmanı sürdürüyorsun. Gülümserken konuşman o kadar büyüleyici ki; bir bilsen…

Sahil kalabalığı azalıyor. Yemek için sahilden ayrılıyoruz, daha sonra yürüyüş yapmak için tekrar deniz kenarına geliyoruz.

Buz mavisi birer jean var ikimizin de üstünde. Paçalarımızı kıvırmış, converse ayakkabılarımızı ellerimize almışız. Seninkilerin bağcıklarına küçük, tatlı bir nazar boncuğu takmıştım. Senin üstünde pembe bir gömlek, bendeyse beyaz. Yürüyoruz; tek tük insanlar var etrafta, kimileri çift halinde. Dalgalar çıplak ayaklarımıza vuruyor, hafiften dizlerimizin altına kadar ıslatıyor. Rüzgar saçlarını geriye savuruyor. Elinden tutuyorum. Sohbet ediyoruz bir yandan, biran geliyor ve ikimiz de susuyoruz.

Duruyorsun, ben karşına geçiyorum ve her iki elini sımsıkı tutuyorum. Gözlerini kocaman açmış, şirin şirin bekliyorsun. Sımsıkı sarılıyorum sana, havaya kaldırıp birkaç tur dönüyoruz; sonra yere indiriyorum. Kumlara uzanıyoruz. Sağ kolumun üzerine hafifçe doğrulup başımı avuç içime yaslıyorum. Sana bakıyorum; gülümsüyor, bir şeyler söylememi bekler gibi kaşlarını kaldırmışsın.


Sanki her şey mümkünmüş gibi. Tüm güzel olan, olabilecek her türlü kavram gözlerimin önünden geçiyor; dünyamı aydınlatıyorsun. Işıltın gözlerimi kamaştırıyor ve bu da senden başka kimseyi göremez hâle getiriyor beni. Açıkçası bu durum çok hoşuma gidiyor.

Gülümsüyorsun. O tatlı gamzen beliriyor yanağında; bir refleks gibi uzanıp oradan öpüyorum seni. Hafiften yanakların kızarıyor, çok tatlı görünüyorsun. Her iki elini tutup seni ayağa kaldırıyorum ve yeniden yürümeye başlıyoruz. Başını omzuma yaslıyorsun; kolumu boynuna sarıyorum ben de. Dalgaların bizi ıslatması umurumuzda bile değil. Gülümsüyor ve yürümeye devam ediyoruz.

9 Eylül 2013

De ki işte


Oruç Aruoba’nın felsefeye giriş üçlemesini oldukça başarılı ve değerli olan ilk kitabını tanımlamak gerekirse: Yaşam tam anlamıyla budur derken; ölümün tersi olması gerekirken, olmadığını; virgüller, tireler, düşük cümleler, bağlamayan bağlaçlarla kafanızı ve o güne kadar düşündüklerinizi ters yüz ederek felsefeyi öğretir.

"de" dersiniz, "ki" der bi soluklanayım, bir parantez açayım, dersiniz olmaz ya "işte" der bitirirsiniz.


"Yaşadıklarımız öldürdüklerimizdir…"

"Yaşamında, yürüyüp yürüyüp, bir an durunca,
Çevrene bakıp göreceksin ki, yürüyüşüne şu ya da bu
Noktada katılmış, bir süre seninle birlikte yürümüş
Kişilerden hiçbiri yok yanında:-
Sen, bir an, "Buradayım" demek için durunca,
Onlar, artık, "orada" olacaklar - "buradayım artık" bile
Demeyecekler sana, "orada"larından seslenerek...
"Burada"nda kimse bulunmayacak
- "orada"ndan da kimse seslenmeyecek sana..."

"Yaşamın ancak boydan boya dolu olmuşsa;
Baştan sona anlamlı, önemli olabilmişse,
Bir şey olmuş demektir.
Öyleyse, yaşamının anlamını
Gerçi her bir yaşam anında sınayabilir, ölçebilirsin;
Ama en son hesabı,
Ancak en sonda çıkarabilirsin.
- yani, çıkaramazsın."

"Yaşamın ancak ölümünden sonra "belli" olacak.
- yani hiç belli olmayacak.

Yaşayacaksın hep - hiçe dek; sonra da,
hiç
olacaksın.
Yaşamın en küçük şeyleri bile bakım ister:
Ufak ayarlamalar, düzenlemeler, onarımlar...

Ya büyük şeyleri?
- yaşamın 'büyük ' şeyleri yoktur ki;
yaşamın her şeyi küçüktür, ufacıktır, ayrıntıdır."

7 Eylül 2013

Hepsi aynı


Bazen hiçbir şey farklı gelmez.

Ana duyguların hepsini yaşamış, aradaki hislerin ve çeşitlerin ilgini çekmediği zamanlar olur.

Peki hiç düşündün mü, insanların da ana formları ve ara formları olduğunu?

İnsanları kalıplara sığdırmak fikri hep saçma gelmiştir bana. Asıl olan, kalıpları insanlara —sınırları esnek olacak şekilde— sığdırmaktır.

Tüm bunlar tatmin olmuşluk mu, yoksa bir yön seçmeye hazır olduğunun kanıtı mı?

Neye ve kime göre mi?

Elbette sana tanıdık gelen ve yüzünü gülümseten yönde. Çünkü o yöndeyken sanki zamanla aynı hıza sahipsin ve birlikte ilerliyorsun.

Aklın ne başkalarında, ne de dünyanın herhangi bir yerinde.

Gülümse hadi; yüzündeki aydınlık ortaya çıksın.

3 Eylül 2013

Kafka notlarımdan


"Dünyada bana hiçbir şey, tabiattan melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir."

"Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağıtılmıştı; çünkü o benim için bütün insanların timsaliydi."

"Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız vardır."

"Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden meydana çıkıyordu. Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya- ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için her şeyi çiğneyerek birbirine koşuyordu."

26 Ağustos 2013

Özdeyiş


Bazen mutluluk, yalnızca o anın içinde kalabilmektir.

Kollarını iki yana açıp cesurca koşarken, zihnin ne geçmişte ne de gelecektedir; yalnızca şimdide.

Ama birden, yüzüstü düştüğünde ya da düşürüldüğünde…

O andan sonra yaşananlar, seni sanki geriye savurur; düşüncelerin ise çoktan ileriye gitmiştir.

İki uç arasında, zamanın tam ortasında kalırsın.

"Ruhunu kaybeden dünyayı kazansa ne çıkar."
"Okumak gıdadır, okuyan insanlık, bilen insanlıktır."
"Kalp boşaldıkça kese dolar."
"Kadınlar zayıftır ama anneler kuvvetlidir."
"Gülmek bir güneştir, insanın yüzünden hüzün ve keder kışını defeder."
"Dünyadaki başka hiçbirşey, hiçbir ordu, zamanı gelen bir düşünceden daha güçlü olamaz."

- Victor Hugo

"Yiğitlik intikam almak değil, tahammül etmektir."
"Alınyazımı değiştiremem ama istemediğim kadere de boyun eğmem."
"Gürültü için akordu bozmak yeter."
"Ne yoksuldur sabrı olmayanlar."
"Tazılar kondisyonlari için koşar ama efendileri için avlarlar."

- William Shakespeare

"Yavas yürüyor olabilirim ama hiçbir zaman geriye doğru yürümedim."
- Abraham Lincoln

"Keskin sözcüklerin altında çoğunlukla zayıf ve ikiyüzlü düşünceler yatar."
-Maksim Gorki

"Güçlülük hanımefendilik gibidir, öyle olduğunu söylemek zorunda kalıyorsan, öyle değilsin demektir."
- Sid Ryan 

"Yaptığınızı, bir başka budalanın, bunları sizden beklediğini düşündüğünüz için yapıyorsanız, onun sizden bunları beklemesi de, sizin onun bunları beklediğini umduğunuzu sanmasından ileri geliyorsa, herkes istemediği bir şeyi yapıyor demektir. O zaman ortaya hakikaten budalaca bir durum çıkar."
- Bernard Shaw

18 Ağustos 2013

Öfke ve cesaret

Kalbini ikiye bölen bir görüntüdür, öfkeni yücelten.
Üstüne gitmek istersin; buna bir son vermek için.
Etrafa bakarsın, seninle aynı düşünen başkaları da var mı diye.
Belki de meydan okumak istersin tek başına.

Başını arkaya çevirmeden ilerlersin. Önünde bir yol vardır.
"Işığın yüzüme vurması mı, yoksa bu görüntülerin sebebine son vermek mi beni aydınlatacak?" diye düşünmeye başlarsın.
Kendine inanırsın. Yalnız değilsin.

Asırlardır senin gibiler olmuştur, var olmaya da devam edecek.

Kalbin titrer. Bu, kaçınılmaz. Ardı ardına gelen notaların keman sesindeki ince ve isyansı çığlık seni tetikler sanki. Derin bir nefes alırsın. Kalbin çırpınır adeta seni güçlü kılmak için. Dayanman için. Mücadele etmen için. Damarlarına cesaret dolar. Haksızlığa isyan edercesine öfke pompalar bedenine. Yumruklarını sıkarsın. Gücüne inanırsın. Tek olduğunu düşünürsün o an; cesaret erdemini gösteren senin gibi koca bir yüreğe sahip olanların da dev bir topluluk olarak yanında olduğunu bilmeden.

Kollarını her iki yana açarsın. Haykırırsın; adeta "Siz hepiniz, ben tek!" diyerek. Koşmaya başlarsın. Mutlusun. Arkanda düşüneceğin hiç bir şey yoktur. Üstüne gidersin. Artık hiç bir şeyin bir anlamı yoktur sanki. İnsan, her şeyi gözden çıkarınca özgürleşir. Bunu anlıyorsun. Güzel bir duygu olduğunu hissedersin. Sen de özgürsün artık. Gülümsemeye başlarsın. Bağırırsın. Hem de avazın çıktığı kadar. Rüzgar içine dolar. Doğa yardım ediyor sanki diye düşünürsün. Gözlerinden yaşlar damlar kontrolünde olmadan. Hayır, duygusallaşmadın. Yaklaşıyorsun, gitgide. Artık bir son vermek istiyorsun dünyayı kötü kılan her şeye.

Gülümserken benzerlikler canlanır aklında. Senden daha hızlı. O anlara yüklenen kareler seni körükler. Hepsi aynı diye düşünmeye başlarsın. Buna alışkınsın. Hayatta olanlar, hep birbirinin varyasyon tekrarı değil midir zaten. 

Büyük resmi görürsün. Ufkun boyut aşar. Bilirsin, detayların boyutları eşit değil. Etkileri de aynı değil. 

Kabul etmezler. Senin düşündüklerini bilemezler çünkü yaşamamışlardır ya da yaşayamazlar. Seninle içinde değiller. Oysaki senin sınırların hep saydamdı. Onların gözlerinde ise hep bir gözlük; görmelerine engel olan. Gerçeği bilmezler. Gerçek senin içinde gömülüdür. Kaçıncı maskelerini takıp gerçek olamayacak kadar samimi yaklaşmaya çalışırlarsa çalışsınlar, senin gözünde küçüldüklerini fark edemeyecekler. Cesaretin nasıl yüce bir erdem olduğuna  bir kez daha inanırsın. Yüzleşmeyi başaramayıp öğrenmedikleri gerçekleri kendince bildiklerini düşünürler. Buna inandıkları için zamanla bu, kendi gerçekleri olur. Zehirlendiklerini bilmezler. Doğal gerçek yerine yapay gerçekliğin ardına saklanırlar. 

Sahneler canlanır aklında. Vazgeçip, çırpınmadan denize yürümek istersin. Yüzünde soğuk, anlamsız, donuk bir ifade. Bu, herkeste aynıdır. Yeryüzünde ne kadar karşılaşmışsan, o bakışın tıpkı diğeri gibi olduğunu görürsün. 

Uykuya dalmak istersin. Uzun süre gözlerini ve aklını kapatmak.. Zaman dursun mu istersin yoksa daha hızlı mı ilerlesin? Uyandığında daha geride mi olmak istersin, daha ileride mi? 

Sözler anlamını çoktan yitirmiş, yetim kalmışlardır. Sözcüklerin normalde hedef sektirmezken sen konuşmak istemezsin. Çünkü kalan anlamlarını boşaltabilecek kadar geniş bir dimağ yoktur etrafta.

Yağmuru seversin. Kocaman bir camdan izlemeyi de. Yağarken yürümeyi de. Kainat dünyayı temizlemeye karar vermiş gibidir. Temizlik esnasında ayak altında olmak iyi bir fikir olmasa da sen şemsiyenin altında yürüyüp o kokuyu içine çekmek ve böylece kendini de temizlemiş, yenilemiş gibi hissetmek istersin. Sokakta insanların koşuşturmasını ya da sakince ilerlemesinde hep aynı tema vardır: sessizlik. Sanki yağmur kendilerini sorgulamalarına sevk etmektedir. Kendilerine sordukları sorulara cevap veremiyorlar belki de. Fırtınalar mı kopuyor acaba içlerinde? Yoksa bunu kişisel bir efsaneye dönüştürmüş ve kendilerini hep haklı gören savunmalarının içinde sonsuz bir döngüye mi takılmışlar? Küçük çocuklarınsa sevecen sesleri gelir kulaklarına. Neden sussunlar ki hem onlar da? Göz göze gelince gülümseyip göz kırparsın. Utanır, çekinir belki ama hoşuna da gider. Yüz ifadesinden anlarsın bunu. Onların dünyası bembeyazdır henüz. Daha çok masumlardır. Tebessüm gelir yüzüne. Kaldırımda yürümeye devam edersin. Yürüdükçe her adımında notalar daha coşar gibidir. İskeleye gelmişsindir. Şemsiyeni indirirsin. Yüzünü göğe kaldırırsın. Gözlerini kapatırsın. Yağmur yüzünü öpüyordur sanki. Kollarını açarsın. Sarılmak istiyorsundur adeta bulutlara.

14 Ağustos 2013

Yerüstünden notlar

Gözlerimizi açtığımızda dışımızdaki her şeyin değiştiğini görmeyi mi, yoksa görmemeyi mi isteriz?

Kimi zaman her şeyin ve herkesin değişmesini dileriz.

Bir yeri anlamlı kılan, bizim için önemi ve değeri olan insanlardır. Gerisi ayrıntıdır aslında.

Oysa bazen öyle hissederiz ki, sanki olduğumuz yerin dünyada bir yer olduğu olgusu dışında hiçbir anlamı yoktur.

İnsanları olgunlaştıran zaman mıdır yoksa sabır mı? Galiba her kişi de…

Asıl önemli olan geç olmadan olgunlaşmak değil midir? Yapay olgunluktan bahsetmiyorum; bilinçli olgunlaşmışlıktan dem vuruyorum.

Ama olgunluk diye sabrın sınanmasına da gerek yok, bunu tespit edebilecek bir nitelik yok.

Ruhumuza fazladan bir kıvılcım katmanın gereği de yoktur.

Beden olarak olgunlaşmış fakat zihnen ve kişilik olarak yetişmemiş birçok insanla karşılaşmak, aynı ortamları paylaşmak ya da belli bir zaman diliminde yan yana gelmek zorunda kalmak, sabır telkinlerini gerekli kılar; o zaman diliminin bir an önce son bulması için kendimize yardımcı olur.

Zaman çok hızlı ilerliyor ve hiç durmayacak; her geçen süre geri gelmeyecek.

Tanıdık gelen bir şeyler etrafta olmayınca aklına hep hatıralar mı gelir?

Hatıralar aklında canlanınca, gözleri kapatıp o anları tekrar yaşamak mıdır zamanı hızlandıran ya da yavaşlatan?

Ayaklarımızın yere sağlam basması için yükümüzün artması gerekmiyor.

Hüzün çekici midir? Bence değil. Aramız hiç olmadı.

Başarılı insanları hayat öykülerine ilgi duymuşumdur. Karakterlerini başarılarına yansıtmışlardır çünkü.

Ben de aynı fikirdeyim: insanın davranışları, karakterinin yansımasıdır.

Kendileriyle çatışma hâlinde olanlar ise bunun henüz farkına varamamışlardır.

Öyle ki, bir yolu yanındaki insanla birlikte yürümeye başladıktan sonra sebepsizce vazgeçip, mümkün olana(cesaret edilemeyene) meydan okuyup o insanı ve yolu yarıda bırakıp favori filmlerinin The Notebook olduğunu iddia edenlerin sayısı oldukça fazladır.

Hepimiz aynı hayatın içindeyiz. Renklerimiz farklı, gölgelerimiz benzer.

Mutlu sonları seviyorum. Kahramanların yüzleri hep gülümser çünkü.

Hayatta gizli kahramanlar yok mudur, biz göremesek bile?

13 Ağustos 2013

Her şey sende gizli


Yerin seni çektiği kadar ağırsın,  
Kanatların çırpındığı kadar hafif.  
Kalbinin attığı kadar canlısın,  
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...  
Sevdiklerin kadar iyisin, Nefret ettiklerin kadar kötü..  
Ne renk olursa olsun kaşın gözün,  
Karşındakinin gördüğüdür rengin.  
Yaşadıklarını kar sayma:  
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna; ne kadar yaşarsan yaşa,  
Sevdiğin kadardır ömrün.  

Gülebildiğin kadar mutlusun.  
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin  
Sakın bitti sanma her şeyi,  
Sevdiğin kadar sevileceksin.  
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer  
Ve karşındakine değer verdiğin kadar inansın.  
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer;  
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.  
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret,  
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın.  
Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın,  
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.  
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın  
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.  
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin.  
İşte budur hayat!  
İşte budur yaşamak,  
Bunu hatırladığın kadar yaşarsın  
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün  
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun  
Çiçek sulandığı kadar güzeldir,  
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,  
Bebek ağladığı kadar bebektir.  
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,  
Sevdiğin kadar sevilirsin... 

Can YÜCEL

12 Ağustos 2013

Kürk mantolu madonna


Bazı kitaplar vardır, sadece okunmaz; kalbine işlenir, ruhunun bir parçası olur.

Yıllar önce birkaç kez okumuştum. Bugün yeniden paylaşmak istedim; belki hâlâ tanışmamış ya da okumaya fırsat bulamamış olanlara bir hatırlatma olur diye.

Etkileyici ve insanın içine işleyen bir sanat harikası...

Yüreğimizde şiddetli bir fırtına koparan; bununla da yetinmeyip içimizi yırtan, parçalayan, acıtan, kanatan… Ne fazla, ne eksik; tam olması gerektiği gibi bir edebiyat başyapıtı.

Bittiğinde, Raif’in Maria’nın yanında duyduğu huzuru ve ondan uzakta hissettiği acıyı bir arada yaşatan; okuyan her erkeğe “Maria Puder’ini” aramasının ne kadar doğru olduğunu hissettiren… Ve eğer erkek, bulduğunu düşündüğü Maria Puder’ini okumuşsa, anlamını sonsuza katlayan bir kitap. 
Kitaptan biraz alıntı yapmak istiyorum:

"İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar. "

"Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. "

"Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ancak birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gidecekti. Bir ruh ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu. "

"Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum.” dedi. “Bu eksiklik sana değil, bana ait. Bende inanmak noksanmış. Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanmadığım için sana aşık olmadığımı zannediyormuşum. Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki; insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar. Şimdi inanıyorum. Sen beni inandırdın. "

"Bir insana bir insan herhalde yeterdi. Fakat o da olmayınca? Her şeyin bir hayal, aldatıcı bir rüya, tem bir vehim olduğu ortaya çıkınca ne yapılabilirdi? Bu sefer inanmak ve ümit etmek kabiliyetini ben kaybetmiştim. İçimde insanlara karşı öyle bir itimatsızlık, öyle bir acılık peyda olmuştu ki, bundan zaman zaman kendim de korkuyordum. Kim olursa olsun, temasa geldiğim herkesi düşman, hiç değilse muzır bir mahluk telakki ediyordum. Seneler geçtikçe bu his kuvvetini kaybedeceğine şiddetlendi. İnsanlara karşı duyduğum şüphe, kin derecesine çıktı. Bana yaklaşmak isteyenlerden kaçtım. Kendime en yakın bulduğum veya bulacağımı zannettiğim insanlardan en çok kaçıyordum. ' O bile böyle yaptıktan sonra! ' diyordum. "

"Bir şey noksandı, fakat bu neydi? Evden çıktıktan sonra bir şey unuttuğunu fark ederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet, ümidini kesince, aklı geride, ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden bir insan gibi üzüntülüydüm. "

"Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak, bende artık inanmak kudreti bırakmamıştı. Ona kızgın değildim. Ona kızmama, darılmama, onun aleyhinde düşünmeme imkân olmadığını hissediyordum. Ama bir kere kırılmıştım. Hayatta en güvendiğim insana duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı; çünkü o benim için bütün insanlığın timsaliydi. Sonra, aradan seneler geçtiği halde, nasıl hâlâ ona bağlı olduğumu gördükçe, ruhumda daha büyük bir infial duyuyordum. "

"Devam etmek basit bir şeydir,
Geride bırakılanlardır zor olan.
Bilirsin ki uyuyanlar acı duymaz;
Yaşayanlardır korkan..."

"Kendisinden daha dün ayrılmış gibi taze bir hasret duydum. Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her turlu dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanin içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde, 'Bu böyle olmayabilirdi!' düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır. "

"Yaşamak, tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek yaşamak; herkesten daha çok, daha kuvvetli yaşadığını, bir ana bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak. Ve bilhassa bütün bunları anlatacak bir insanın mevcut olduğunu düşünerek, onu bekleyerek yaşamak.

Dünyada bundan daha ferah verici bir şey olabilir miydi?"

"Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır. "

"Bir kadının bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey."

"İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir. "

"Kadınların hiçbir zaman sahiden sevemeyecekleri neticesine varıyordum. Kadın sevebileceği zaman sevmiyor, ancak tatmin edilemeyen arzulara üzülüyor, kırılan benliğini tamir etmek istiyor, kaybedilen fırsatlara yanıyor ve bunlar ona aşk çehresi altında görünüyordu. "

"Trenin hareket saati gelmişti. Bir memur vagon kapısını örtüyordu. Maria Puder merdiven basamağına atladı, sonra bana eğilerek, yavaş bir sesle, fakat tane tane:

-'Şimdi ben gidiyorum. Fakat ne zaman çağırırsan gelirim' dedi.

Evvela ne demek istediğini anlamadım. O da bir an durdu ve ilave etti:

- 'Nereye çağırırsan gelirim!' "

"Seni seviyorum. Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum..."

11 Ağustos 2013

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var


Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya


Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe,bütün evrene karışırcasına    
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.

Ataol BEHRAMOĞLU

10 Ağustos 2013

Mutsuz insanları kandırmak zordur


İnsan en az üç kişidir. Kendisi, olmak istediği kişi ve aradaki farkta yaşayan üçüncü. En sahicisi de bu üçüncüdür. Olmak istediğin kişiden kendini çıkardığında, aradaki farkta yaşayan kişidir en çok sana benzeyen. Ne kendin kadar huzursuz ne de olmak istediğin kişi kadar hayalidir o. Yine bu yüzden iki insanın birbirine âşık olması en az altı kişi arasında geçen bir hadisedir. Hangi kişiliğinin hangi kişiliğe, hangi parçanın hangi parçaya özlem duyduğunu çözemediğinde, içmeyi unuttuğun sigara parmaklarını yakana kadar karşı duvara bakarsın.

Ve o zaman anlarsın hayatının uzun zamandır neden başka birinin hikâyesiymiş gibi gözükmeye başladığını. Sokak lambalarının ölgün ışıkları karanlık odalara vurduğunda, duvar saatinin tik taklarından başka ses yokken yanında, sanki bir tek sana açıklanmayan bir sır varmış gibi beklerken anlarsın aslında boşa beklediğini. Tünelde sana yol gösterecek rehberin, karanlıktan başka bir şey olmadığını anlarsın. Anne diye ağlayan çocukların aradığının çoğu zaman şefkatli bir baba olduğunu anlarsın. Çekip gitmek isterken görünmez bir elin seni nasıl durdurduğunu anlarsın.

Kırk yaşında ama altmış gösteren adamlara daha dikkatli bakarsın o zaman. Kahvelerin dışarıyı göstermeyen isli camlarına. Berduşlara ve kör kedilere bakarsın. Gözbebekleri kaymış esrarkeşlere. Suyun üstüne çıkmış ölü balıklara. Havada asılı gibi duran yırtıcı kuşlara daha dikkatli bakarsın.

Çabalarının sonuç vermediğini gören umutsuz insanların bakışlarıyla ancak o zaman buluşur bakışların. Bir yağmur çaktırmadan dindiğinde. Bir gün çenesi ağzının içine kaçmış dişsiz ihtiyarlardan birinin de sen olabileceğini bilirsin artık. Bir gece ansızın, yapayalnız ölmekten korkarken, cesedimi komşular mı bulacak yoksa sayım memurlarımı diye düşünürken hissedersin göğüs kafesinde her gün biraz daha büyüyen, kimsenin kapatamayacağı o boşluğu. Bir kokuya sarılma isteğini. Bir ömür gibi geçmiş zor, uzun günlerden sonra anlarsın ruhunu zehirleyen karmakarışık düşünceleri. Büyük heyecanlardan sonra çöken bitkinlikleri. Kimsenin bulutlara bakmadığı bir şehirde bir lafı döndürüp dolaştırmadan anlatmanın imkansızlığını. Belki de insanın ne anlatacağını bilemediğinde şair olduğunu anlarsın.

Gözyaşların kurumadan gülmeye başlarsın o zaman. Çünkü bilirsin ki seni artık kimse kandıramaz kolay kolay. Mutsuz insanları kandırmak zordur çünkü. Hayata her zaman kuşkulu gözlerle bakan, mutsuz insanları kandırmak, herkes bilir bunu, çok ayıptır çünkü.

Emrah SERBES

9 Ağustos 2013

Aforizma

Bazen hiç tanımadığınız bir insanla yollarınız kesişir.

O kısacık zaman diliminde tanışırsınız ve her şeyin bir sebebi olduğunu hissedersiniz.

Birbirinizi tanıdıkça, bunun tesadüften öte bir şey olduğunu düşünmeye başlarsınız; çünkü hayat normalde bu kadar cömert değildir.

Böylesi bir insanla bir daha karşılaşamayacağınızı hissedersiniz. Bilirsiniz, anlarsınız; çünkü öyle bir insan bir daha gelmez gibi gelir size, belki de.